IşıkKaranlık

şairin elinde…

Takip et

© 2024. Designed by SosyalZoom.

Fotoğraflar: Engin Güneysu

Şairin Elindeki Çekiç

Şarkıların Hikayeleri / ŞAİRİN ELİNDEKİ ÇEKİÇ!


Bir arkadaşım sınava geç kaldığını söylediğinde apar topar fırladım evden. İstanbul Üniversitesin’de okuyordu, yoğun trafikte onu yetiştirmeyi başardım. Beyazıt, lise yıllarımda sık sık ziyaret ettiğim bir yerdi, malum sahaflar çarşısı mıknatıs gibi çekerdi insanı. 70’li yıllardan kalan o köhne, gizemli hava her yere sinmişti. Yine daldım dükkanlara, tarif edemeyeceğim ama sürekli çocukluğumu hatırlatan o meşhur koku sardı ruhumu.

Koltuğumun altında birkaç kitapla çıktım. Avni Dede’nin sürekli tezgahını açtığı büyük çınarın altındaki çay bahçesine oturdum. Cemal Süreya’nın denemelerinin olduğu “Şapkam Dolu Çiçekle” adlı kitabın ilk baskısını da bulmuştum. İlk baskılar altın değerindedir, özenle açtım, okumaya başladım.

90’lı yılların başında cover grubum Mister No ile Ortaköy Sis Bar’da çalarken sahafların altını üstüne getirirdim. Bir üniversite öğrencisi için haftada üç gün çalmak büyük zenginlik demekti. Her yere taksiyle gider, güzel restoranları keşfeder ve bir çanta dolusu kitapla dönerdim eve.
Zenginlik benim için; hızlı seyahat, iyi beslenme ve okumak demekmiş. Hatta en sonunda sahaf sahibi abiler, yeni bir şeyler bulamayınca beni depoya götürmüşlerdi. Şekerci dükkanındaki çocuk gibiydim, orada beş, altı saat kaldım ve ne varsa toplamıştım.

Cemal Süreya’nın şiddet eğilimi olduğunu bilmiyordum o yıllarda. Karısına yaptıklarını öğrendikten sonra uzaklaştım ondan, fakat Şuara Suresini anlattığı denemesi beni başka bir yere götürmüştü. O gün orada, büyük çınarın altında şunları karaladım: “Aşkın anahtarı şairin elinde, suçun anahtarı… Yakın olmak için uzak dur…” Eve döndüğümde hemen sureyi okudum. Gayb’ın, yani Allah’ın gizli hazinesinin anahtarının şairlerin elinde olduğuyla ilgili bir hadis bile vardı. Ne anladığımı bilmiyorum ama bu mistik hava beni sarmalamıştı.

80′ darbesinden sonra ülke çapında popüler olmuş ilk gruptuk. Her yerden konser teklifi alıyorduk. Ataköy Galleria yeni açılmıştı. Konser vermemizi istiyorlardı. O gün soundcheck’te Serkan bir şeyler çalıyordu, genelde birçok değişik şey çalar ama bu ona mı ait yoksa çıkardığı bir şarkı mıydı bilmiyordum. Konser sonrası hemen sordum; “Abi bir zamandır dönüyorum bu akorları, bana ait ama ileri gitmedi” deyince, “Sakın unutma çünkü çok iyi tınlıyor” dedim.


Yirmili yaşlarda okuduğum kitapların çoğunu anladığımı sanmıyorum, Borges’in dediği gibi, birçok kitap okumak mı, yoksa bir kitabı birçok kez okumak mı? Mesela Nietzsche’yi hiç anlamıyordum ama kırklı yaşlarımda tekrar okurken daha anlaşılır. geliyordu. Baudelaire’in bazı şiirleri kapalı geliyordu ama Rimbaud içime işliyordu. Bu arada Henry Miller’ın “Rimbaud ya da Büyük İsyan” kitabını öneririm. İnsan şiiri hemen anladığını sanıyor; asıl en geç kendini ele verenler şairler. Tecrübelendikçe, havsala genişledikçe, kapılar açıldıkça, gizli hazinenin bilgi ağacından yedikçe, anlayış artıyor. En sonunda hiçbir şey bilmediğinizi anlıyorsunuz.


“Yarına Ne Kaldı?” albümünden sonra bütünde bir temayı işlediğimiz şarkılar yazıyorduk. İkili ilişkiler, toplum-birey çıkmazı derken, ilahi aşk ne olaydı ki? “Graffiti” şarkısında Basquiat’nın hikayesini anlatırken, başkaldırının yeraltından gelen seslerini de eklemiştik. Gençlik işte, her şey bir anda olsun istiyor insan. Yaşadığı her şey çok önemliymiş gibi geliyor. Her duygu, her düşünce aşırı etkiliyor.

Prova günlerini iple çekerdim, hatta diğer günler çabuk geçsin isterdim. Çiftehavuzlar’daki Stüdyo 18 karargahımızdı. Besteleri düzenlerken arada doğaçlamalar olur ve akar giderdik. Yine öyle bir zamanda aklıma Serkan’ın takıldığı akorlar geldi. Hemen çalmaya başladık, ritim hepimizi içeride tutarken Selim o riff’i dönmeye başladı, Koray da ritim gitarda destekliyordu ve sonunda gözler bana döndü; “Yeni söz var mı abi?” sorusu geldi.

Var, var, olmaz mı… Çekinerek çıkardım not aldığım kağıdı. Malum konu derindi, nasıl yazacağımı bilmiyordum, hemen mikrofona mırıldandım. Bestenin gizemli, karanlık ve dinamik havasına uyuyordu. Melodiyi ve vokal altını döndük defalarca, sonra nakarat geldi. Ara verdiğimizde hemen yeni sözleri karaladım. Koray da “uzak dur, benden…” diye ekleyince şarkı ortaya çıktı.

Stüdyo kayıtları da rahat geçmişti. Bazı şarkıların hem düzenlemesi hem de sound’u zamansız oluyor. Şairin Elinde buna iyi bir örnek. Klibi için de çok çalışmıştık, o günlerin görsel seviyesinin üstüne çıkmak istiyorduk. Başta öyle olduğunu düşünsek dahi şimdi bir arada izlediğimizde herkes kendi adına bir sürü bölümden utanıyor. Danslarımız özellikle çok güldürüyor bizi.

Beyazıt’taki büyük çınar bana hep Nazım Hikmet’i hatırlatır. Şiir kocaman bir dağ ise, o dağın en görkemli ağacı Nazım olsa gerek. Şunu da eklemek isterim; o dağdaki en küçük fidanın kökleri bile toprağın altında diğer ağaçların kökleriyle birleşmiştir. Sanat birbirine eklenerek büyüyen bir ağaçtır. Her bir yapıt bir sonrakini tetikler. Hapishanenin duvarlarını delecek çekiç darbeleridir onlar. Zaten hayat tarafını seçme sınavı değil mi? James Baldwin’in sözleriyle bitirelim: “Bir gün bu emperyalist düzen çökecek ve tüm o lanetli dışlanmışlar, harabelerin üzerinde dans edecek!”

Yorum bırakın: