Şarkıların Hikayeleri / RENKLERİN İÇİNDE
“Sevmek Zor” albümünü yeni bitirmiştik, birçok yerde konser veriyorduk, neredeyse her gece dışarıdaydık, hayatımızda rock ‘n’ roll’dan başka bir şey yoktu. Uyandığımız anda müzik dinlemeye başlar, bir yere giderken birbirimize yeni dinlediğimiz albümleri çalar, evlerde toplandığımızda gitarlar elimizden düşmezdi.
Ailem yazlığa gittiğinde bizim ev üs haline gelirdi, salondaki masayı tamamen çalışma masası haline getirirdim ve tüm kitaplarla yazılar orada dururdu. Gelen giden herkese açıktı. Kimi zaman yazanlardan iki dizeye takılıp aktığımız, şarkıları oluşturduğumuz upuzun provalar yaşardık. Sözleri hemen şarkıya uyacak şekilde düzenlerdim. Dışarıda olduğumuz zamanlarda şarkı içimizde olurdu; o bizimle, biz onunla yaşardık. Bazen birinin aklına bir şey gelir, yeni bir müzikal bölüm açar, bazen bir kelimenin yerine başka bir kelime arardık.
İnsan yuvasındayken bile kendine yabancılaşabiliyor. Tutkulardan, beklentilerden kurtulduğumuzda içimizde bambaşka bir dünyaya dönüyoruz. Bu kez dışarıdaki hayat bir tren penceresinden görünen anlar haline dönüyor. Bazen kafamın içi bir operaya, kimi zaman da bekleme odasındaki sessizliğe dönüşürdü.
O dize ilk kez üst Kemancı’da ziyaret etti beni. Hem grubun bir parçası gibi hissederken, hem de kalabalığın içinde uyumsuz biri gibi dışlandığımı düşünürken; “İfadende kararsızsın, ışıkların altında…” Sahnede grup çalarken, ışıklar bir yanıp bir sönerken, insanların yüzleri birçok başka insana dönüşüyordu. Aynı kişiyi bambaşka biriymiş gibi okuyabiliyordunuz; bu yüzler ve ifadeler denizinde yüzmek bana insanın bir tek kimliği olmadığını tekrar hatırlatıyordu.
Hermann Hesse’nin “Bozkırkurdu” romanında karakterimiz odalar arasında dolaşırken bir satranç oyuncusuyla karşılaşır; oyunun tam ortasında, rakibi tüm taşları devirir ve tekrar dizer. Sonra da, “İşte bu senin kişiliğin, onu birçok defa yeniden yaratabilirsin” diye ekler. Bu dize ne kadar zaman aklımda kaldı bilmiyorum ama tam olarak şunu biliyorum: arkası gelmiyordu.
Yalnızlık Mevsimi albümünün sözlerini yazarken o dize hala benimleydi, öylece havada asılı duruyordu. Kimdim ben? Belki de en çetin soru. İnsan kendinden ne yapar? Bir ikinci soru da bu. REM’in bir röportajında Michael Stipe aynı durumdan bahsediyordu. Senelerce bir şarkıda yazdığı iki dizenin arkasının gelmediğini anlatıyordu. Stipe bilinç akışı, bilinç zıplaması dediği bir teknikle yazdığını söylüyordu. Yani zihni boşaltmak ve sonraki dizenin damlamasını beklemek. Örgüye dahil olmadığınızda birçok ayrı imge en sonunda bir yapı halinde karşınıza çıkıyor. Sonunda, çok ince düşünülmüş gibi görünen örgü aslında sizden bağımsız oluşuyor. Şiirde de bu böyledir, Edip Cansever’in Sona Kalsa şiirine Adnan Yücel otopsi yaparken, Cansever’in bütün imgelerin birbirini bütünlediği konusuna, düşünülmemiş hatta düzeltilmemiş olduğunu söylediğinde çok şaşırır.
Biz, yani yazarlar buna şaşırmıyoruz haliyle; bildiğimiz, nefes almak gibi yaşadığımız bir hale dönüşüyor bu durum. Yalnızlık Mevsimi’ni yazarken birçok söz içinde boğulmuyordum, bir nehir gibi akıyordu dizeler, elbette sonrasında düzeltmeler yapıyorduk ama o esnada bile nehir gürül gürül akıyordu. Fakat bu dize orada öylece yalnız başına duruyordu. Bir ara, bir dostumuzla birlikte beste yaparken, Koray bu dizeyi gördü kağıtların arasında, hatta şarkıya yeni müzikal bölümler de yazdık ama sözlerin gerisi gelmiyordu.
Gel zaman git zaman askerlik kapıma dayandı. Uzun bir süre gruptan ayrı kalacaktım. Usta birliğine katıldıktan sonra, arada kısa bir izinle geldiğimde, stüdyoya kapanmış ve yeni şarkılar üzerinde çalışmıştık. Kafamızdaki sound daha çok grunge’a doğru gidiyordu. Hatta bir hücum
kayıt yaptık, şarkıları belirledik ve o şekilde asıl kayda gitmeyi düşündük. Daha sonra eski albüm satışlarının düşmesi ve Universal Yapım’a geçmemizle birlikte, plak şirketimiz daha folk ve pop ögelerini birleştiren bir prodüktörle çalışmamızı istedi. Rıza Erekli özellikle Selim’i ve beni tanıyordu, albümü onunla kaydetmeye karar verdik. Onun kafasında bambaşka şeyler vardı tabii, bizim düşündüğümüz sound’un uzağındaydı ve ben de grubun uzağındaydım.
Askerlik insanın kaygılarını, endişelerini hem arttırıyor hem de azaltıyor. Apayrı bir roman konusu. Oradaki müzik yaşantım ve stüdyo ortamı da öyleydi. Kışın kamp kapandığında stüdyoda kaldım görevli olarak, hem enstrumana çalışma hem de okuma açısından çok verimli oldu. Akdeniz’in büyüklüğü, yıldızların gecenin içinde rengârenk görünmesi kendimi bir hiç gibi hissettiriyordu. Ayrıca daha önce yıldızların renkli göründüğünü bilmiyordum. Kaptan Hook’un gemilerini gören aborjinler gibiydim. Nasılsa bir gece dizeler döküldü peşi sıra…
Albüm ilerliyordu bu arada, Eylül Bar’da Bülent Ortaçgil’i izlediğimiz ilk günden sonra müdavimi olmuştuk. Erkan Oğur, Gürol Ağırbaş, Baki Duyarlar ve Cem Aksel ile birlikte çalıyordu. Zaten sonra biz de orada çalmak istedik ve bir sezon boyunca çaldık. Onları izlemek ve orada akustik çalmak bizim için ders niteliğindeydi. Gönlümüzde yaşattıkları ayrı, hocalarımız olmaları ayrı, sahnede duruşlarından enstrumanlara dokunuşlarına kadar onlardan birçok şey öğrendik. Sonuç olarak grubumuzun folk yanı Eylül Bar’da gelişti. Bu arada albüm de daha çok akustik şarkıların olduğu yumuşak bir sound’a doğru ilerliyordu.
Rıza Erekli yeni şarkılar yazmamızı isteyince, Selim’e de, Koray’a da söz dosyası gönderdim. Selim “Sen Bir Meleksin”i besteledi, onda söz ve nakarat bir aradaydı ama “Renklerin İçinde”nin sadece vokal altı sözleri vardı. Koray başka bir şarkı için yazdığım nakaratı bu sözlerle birleştirince şarkı vücut buldu; Kemancı gecelerinin yabancılaşmış şehir adamı Akdeniz gökyüzündeki rengârenk yıldızlar gibi bir sönüp bir parıldıyordu. “Yaşam bir yarım küre, başkası tamamlar senin yerine!” kuralı devreye girmişti. Şarkıların da ayrı yaşamları var, zamanları da ayrı akıyor, tabii Rıza Erekli’nin son keman dokunuşuyla doğu-batı ikileminin yarattığı kimlik sorununa da bir gönderme yapmış olduk. Bir şarkının tamamlanması bizim için ölüm, ulaştığı kulaklar için ise yeniden doğum demek.